İnsanlar yaşadıkları gerçek dünyalarına karşılık, büyük ölçüde “Medya” aracılığı ile onlara bu dünyalarından çok farklı dünyalar yaratıp sunan ve dışına çıkışı neredeyse olanaksız denebilecek kadar güç olan bir toplumsal sistemin içinde yer almaktadırlar.

 Böylece, doğal olan bir durum ya da bir nesne bir oyun aracı haline gelebilmekte, bambaşka bir boyuta taşınarak varlığını eskisine göre çok farklı bir biçim ve içerikle sürdürebilmektedir. Ancak bu oyunun oyuncuları, yaşamın içinde ne oynadıkları oyunun, ne de kendi oyunculuklarının farkında olamamaktadırlar.

 Çevreme bakıyorum. İnsanlar birbirlerinin kanındaki kolesterol miktarını merak eder olmuşlar. Kolesterol ölçtürmek ya da kanda bulunan kimi biyokimyasal maddelerin ne durumda olduklarını öğrenmenin sıklığı artıyor ve şu sıralarda insanlarımız arasında neredeyse bir hobi ye ve giderek bir yarışmaya dönüşüyor gibi görünüyor.

 Böyle bir gözlem, Frank Furedi’nin özgün adı “Korku Kültürü, Risk Almak ve Düşük Beklenti Ahlâkı" olan kitabının amacına uygun düşüyor. Yazar, kitabın amacını, “günümüz toplumunun neden olağanüstü bir güvenlik saplantısı içinde olduğunu açıklamak" (s.9) olarak dile getiriyor. Furedi’nin “güvenlik saplantısı” dediği olgu da güvenlik talebine neden olan “risk”le birlikte gelen korkunun bir an önce ortadan kalkması için yapılması gerekenleri besliyor ve bu gerekenlerin adeta bir hobi haline gelmesinin ana kaynağı oluyor.

 Yaşadığımız ilişkiler düzeni içinde, “Yeni tehlikelerle ilgili korkulu rivayetler, insanların kaygı ve korkularını artırmakla kalmıyor; bu rivayetler var olan korkuları iyice güçlendirip, insanların yaşam biçimini değiştiriyor" (s.11).

 Kitaptaki temel kavramların başında gelen “Risk" kavramı, “belirli bir tehlikeyle bağlantılı olarak hasar, yaralanma, hastalanma, ölüm ve başka olumsuzlukların meydana gelme olasılığı";Tehlike” ise “genelde insanlara ve onların değer verdikleri varlıklara yönelik bir tehdit" (s.43) biçiminde tanımlanmaktadır.

 Burada “Risk”in bir olasılık,Tehlike”nin ise bir gerçek olarak düşünüldüğünü görüyoruz. Bu ayrıntı, acaba “Risk”i olasılık olarak değil de gerçeklik olarak kavrarsak ne olur? sorusuna verilecek yanıt bakımından son derece önemli görünüyor. Çünkü kitap, “Risk”in toplumda bir olasılık olarak değil de gerçekmiş gibi kavranmış olduğu ana düşüncesi üzerine kurulu. Yazara göre böylece toplumda yaygın olan bir ruhsal durum oluşmakta, bu durum da kişilerin davranışlarını genel olarak belirlemektedir. “Bu ruh hali adeta başıboş biçimde boşlukta süzülür ve farklı kaygılara ve korkulara kapılır" (s.47). En çok korkulan tehlikelerin birçoğu birer aşırı tepkiden ibarettir ve aslında birçoğu gerçek tehlike olmaktan uzaktır. Başka bir deyişle “tehlike enflasyonu” içinde yaşıyoruz.

 Furedi, yeni bir olgu olarak karşımıza çıkanın önlem almak olmadığını, önlem almanın insanın doğal bir tavrı olduğunu söyledikten sonra, yeni olanın, “ihtiyatlı" davranmak olduğunu belirtiyor ve bunun bir ilke olarak yaşamın hemen her alanında kendisini gösterdiğini vurguluyor.

 Bu da özellikle insan ilişkileri bakımından bir belirsizliği getiriyor ve her şeyin olabileceği yolundaki kanıyı güçlendiriyor.

 “Medyanın seri katil saplantısı, sapık ve hasta ruhlu bireylerle çevrili olduğumuz duygusunun bir yansımasıdır" (s.149). “...En nadir ve istisnai olaylara dayanılarak her şeyin olabileceği ispatlanmaya çalışılıyor “ (s.151). “...Günümüzde, sorun ne olursa olsun en kötü olasılığı düşünme eğilimi hâkim durumda “.  “...Dünya, çocukların şiddetin kucağına düştüğü vahşi bir orman olarak resmediliyor." (s.152).

 Güvenlik kaygısının, gündelik yaşamın sorunlaştırılması sürecinin bir sonucu olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Böylece güvenlik yüceltilerek toplumsal bir erdem haline gelmektedir.

 Furedi’ye göre “…Her şeye taciz kültürünün prizmasından baka baka, insanların, profesyonel rehberlik hizmetine ihtiyaç duyan, üzüntüler içinde ve zarar görmüş varlıklar olduğu keşfedildi. Böylece, çaresiz özneler – yani yüksek beklentileri olmayan, etkisiz birey ve gruplar – ortaya çıktı. Giderek insanları kendi yaşamlarını belirleyen kişiler olarak değil de koşulların kurbanı olarak görmek bizi daha fazla rahatlatmaya başladı. Bu gelişmelerin sonucunda, güzel bir yaşamı, kendini sınırlama ve riskten kaçınma ilkeleriyle eşitleyen bir dünya görüşü ortaya çıktı.” (s.193).

 Yazar, böyle bir bakışı “Risk Bilinci" kavramıyla özdeşleştiriyor ve bunu eleştiriyor. Ona göre “Risk Bilinci" aynı zamanda belirli reçeteleri dayatan bir ahlâk anlayışının da göstergesi olmaktadır. Bu ahlâkın merkezinde baş değer olarak “güvenlik" vardır. Böylece bize her işte ihtiyatla hareket etmemiz gerekliliği anımsatılır. Cinsellikten sigara içmeye kadar çeşitli türden alışkanlıklarımız bile bir denetime tâbidir.

 Kitapta “Yeni Etiket" olarak da adlandırılan böyle bir değerlilik anlayışı, geleneksel ahlâkın marjinalleşmesiyle ortaya çıkmış olan boşluğu doldurmuştur.

 Bu değerlilik anlayışı abartılmış bir risk duygusuna dayandığı ve aynı zamanda belirsizlik duygusunu da beslediği için insanlara kesin ve mutlak doğrular sunamamaktadır. “…Bir yandan alkolün sağlık için büyük bir risk olduğu ilan edilirken, diğer yandan şarabın kalp krizini önlediği açıklanıyor". Ama işte “ihtiyatlı olun günde bir kadeh, ama kırmızısından ve akşam yemeklerinde …” ve benzeri sınırlamalarla.

 Aynı şekilde, sigara paketlerinin üzerindeki “sağlığa zararlıdır" ifadesinin sigara paketinin varlığı ile yarattığı çelişki “ama az için, günde üç beş tane kadar “biçiminde somutlaşan “ihtiyat” ilkesiyle giderilmeye çalışılıyor.

 “Yeni Etiket"  cinselliğe yapıştırıldığı zaman bu alanda eskisine göre bir “hoşgö “nün varlığı açıkça ortaya çıkıyor. Eşcinselliğe ve mastürbasyona “ihtiyatla" yaklaşılıyor.

 Eskinin “normal" ya da “anormal” ölçütleri, artık yerini “güvenli olan" ya da “güvenli olmayan" ölçütüne bırakıyor. Yazar bunun da geçmişteki kadar müdahaleci bir ahlâk ölçütü olduğunu düşünüyor. 

 “… Eskiden genç hanımlara, iyi kızlar sonuna kadar gitmez, denirken; bugün, sorumluluk sahibi kızlar ihtiyatlı davranır, deniyor" (s.198).

 Günümüzde bir otorite olarak geleneksel ahlâk anlayışına karşı çıkan çoğu insan; bu otorite “güvenlik” adına konuştuğu zaman yapacaklarını ona göre belirlemeye âmâde görünüyor.

 Yazar, bütün bunlardan çaresizliğin ve güçsüzlüğün yüceltilerek özneye verilen önemin azaldığı sonucunu çıkarmaktadır. Ona göre toplumun yeni idolleri acı çeken kişilerdir.

“Mağduriyetin dayandığı temel sizin ne yaptığınız değil, size ne yapıldığıdır. İnsan eylemine şüpheyle yaklaşılan bir toplumda herkesin hoş gördüğü nadir deneyimlerden biri de acı çekmektir. Artık hayatın anlamı bilinçli eylemde değil acı çekmede gizlidir. Acı çekmek, giderek insanı bir ödüle lâyık kılan bir deneyim olarak görülür. 

Toplum, çektiği acıda bir anlam bulmaya çalışan kişileri cesaretlendiriyor bugün. Medya kişisel trajedileri her bir ölümün özel bir anlam taşıdığı bir ahlâk dramına çeviriyor. Bu yüzden, ne zaman bir trajedi yaşansa, ailenin bir üyesi çıkıp sevdikleri kişinin bir hiç uğruna ölmemiş olmasını umduğunu söylüyor. Böylece trajik bir ölüme derin bir anlam yükleniyor. Başka insanların da bu trajedinin sonuçlarını öğrenmesi için bir hayır kampanyası başlatılıyor. Bu sayede, kendine özgü hiçbir anlamı olmayan ölüm, başkalarına yönelik bir uyarıya dönüştürülüyor ve ahlâki bir önem kazanıyor. 

 …İnsanlık, acı çekerek değil mücadele ederek, çoğu zaman da insanlara acı çektiren koşullara karşı mücadele ederek ilerlemişti. …toplum, ortak yönümüzün güçsüzlüğümüz olduğunu söyledikçe, topluluk duygusunun temeli acı çekmek oluyor. Evet, kolektif bir duygu içindeyiz: kolektif teslimiyet duygusu.

 Bu teslimiyet duygusunun yarattığı cesaretsizlik, bizim ve gelecek nesillerin risk almaktan korkması tehdidini barındırıyor. Öznenin bu şekilde yok edilmesi, hümanist projenin önünde büyük bir engel teşkil ediyor. İşte, risk almanın önemini savunmanın gereği buradan kaynaklanıyor" (s.223-226).

 Bize gelince, neyse ki şimdilik kültürümüzde, henüz  yoğunluğu ve etkisinin ne kadar olduğu/ olabileceği tartışılabilirse de,  risk almayı teşvik eden unsurlar bütünüyle ortadan kalkmış değil. Klasik Türk Müziğimizdeki sözlere bir bakalım. Örneğin “Çamlarda Şafak Rengi gibi Gönlüme Aktın, veya “Bin Gül Çıkarırdım Sana Kalbimdeki Külden…” Bu sözler sevgili için alınabilecek risklerin büyüklüğünün  bir göstergesi sayılabilir mi ?..

 Kitap dikkatli okunup düşünüldüğünde, “Korku Kültürü”nün en arkasında, adına “Piyasa ilişkileri düzeni" denebilecek, toplumsal ilişkilerin belirli bir örgütlenme tarzının kendisinin bulunduğu açıkça görülecektir. Yazar bunun üzerinde pek durmuyor. O sadece öznenin ortadan kaldırıldığı böyle bir toplumsal ilişkiler düzeni içinde, bu olgunun “Korku Kültürü “kavramıyla özetlenebilecek bir boyutuna işaret ediyor. 

 Bu durumda her ne kadar insanın hangi koşullara karşı mücadele etmesi, yani risk alması gerektiği ve yazarın “Hümanist proje” dediği tasarımın önündeki engelin gerçekten ne olduğu belirsiz kalıyorsa da kitap böyle bir toplumsal ilişkiler düzeni içinde birlikte-yaşamanın biçimlendiricilerinden biri olarak “korku" kavramına toplumsal olduğu kadar felsefî bir açılım getirmesi bakımından da önemli görünüyor.

 (Cumhuriyet Kitap, 23 Eylül 2004, S.762)

 

*Korku Kültürü, Risk Almamanın Riskleri / Frank Furedi / çev: Barış Yıldırım / Ayrıntı Yayınları / 243 s.  

İsmail H. Demirdöven 
Gercekedebiyat.com 

 

ÖNCEKİ HABER

BENZER İÇERİKLER

YORUMLAR

Yorum Yaz

Kişisel bilgileriniz paylaşılmayacaktır. Yorumunuz onaylandıktan sonra adınız ve yorumunuz görüntülenecektir. (*)